Kategori: İdare Hukuku
GÜMRÜK VERGİLERİ VE CEZALARINA KARŞI İTİRAZ VE DAVA AÇMA HAKKI
A- İTİRAZ
Gümrük yükümlülerinin idarenin kendilerinin aleyhine yaptığı işlemlere itiraz hakları bulunmaktadır. Yükümlülerin, kendi adlarına tahakkuk eden vergilere ve verilen cezalara karşı ayrı ayrı itiraz etmeleri gerekmektedir[1].
Yükümlüler, tahakkuk eden vergilere karşı vergilendirmeye ilişkin tüm hususlara itiraz edebilirler. İtiraz, vergilendirmeye ilişkin hususlara ve gümrük vergilerinin hesaplanmasında esas alınan kimyevi tahlil sonuçlarına karşı da yapılabilmektedir. Tahlile itiraz, eşyanın kolay tanımlanamadığı veya eşyanın tanımlanmasının ancak bilimsel yöntemler ve kimyasal tahliller aracılığı ile mümkün olabileceği durumlarda uygulama alanı bulur[2]. Yükümlüye tanınmış olan bu hakla idarenin yapmış olduğu vasıflandırmanın, doğru olduğunun mükellef tarafından da kabul edilmesi veya yanlış olduğunun ortaya çıkması amaçlanmaktadır.
Yükümlüye ek vergi tahakkuku yapılması ile birlikte ceza uygulanması durumunda; bu iki işlem birbirleri ile bağlantılı olmalarına rağmen özlerinde bağımsız iki işlem olduklarından muhatabın hem ek gümrük vergisi tahakkukuna hem de buna bağlı olarak uygulanan cezaya ayrı ayrı itiraz etmesi gerekir[3]. Gümrük müşavirlerinin ve yükümlülerin kesilen cezalara ayrı ayrı itiraz etmeleri ve bu itirazların idare tarafından ayrı ayrı değerlendirmeleri gerekmektedir[4].
1- İtirazın Süresi
Gümrük Kanunu’nun itiraza ilişkin 242. maddesinin 1. fıkrasında yükümlülerin kendilerine tebliğ edilen gümrük vergileri, cezalar ve idari kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde bir üst makama, üst makam yoksa aynı makama verecekleri bir dilekçe ile itiraz edebilecekleri düzenlenmiştir.Süresinde olmak kaydıyla itiraz dilekçesi yanlış makama verilirse bu itiraz, süresinde yapılan itiraz sayılır ve idarece yetkili makama ulaştırılır.İtirazların idare tarafından 30 gün içerisinde değerlendirilerek kararın ilgiliye bildirilmesi gerekmektedir. Bu sürede sessiz kalınması, itirazın reddi anlamına gelecektir. Yükümlü, ancak idareye karşı yapmış olduğu itirazın reddinden sonra idari yargı yolunu kullanabilir.
2- İtirazın Ödeme Süresini Kesip Kesmediği
Tebliğ edilen gümrük vergilerine karşı Gümrük Kanunu’nun 242. maddesi çerçevesinde gümrük idareleri nezdinde itiraz edilmesi ödeme süresini keser.İtiraz ile kesilen ödeme süresi, idarenin ya da yargı mercii kararının tebliğ edildiği tarihten itibaren yeniden başlar.
B- İPTAL DAVASI
1- Öncelikle İtiraz Yoluna Başvurulması Şartı
Yükümlülerin gümrük vergilerine ilişkin tesis edilen işleme karşı dava açabilmeleri için öncelikle idari itiraz yolunu tüketmeleri gerekir.
İşlemi tesis eden idareye karşı, zorunlu itiraz yolu öngörülmüş olan durumlarda, bu itiraz yapılmadan idari yargı yoluna başvurulduğunda açılan dava, “idari mercii tecavüzü” gerekçesiyle reddedilir[5]. Gümrük idaresine karşı itiraz yolu tükendikten sonra işlemin yapıldığı yargı yerinde idari yargı yolu kullanılarak dava açılması mümkün hâle geleceğinden öncelikle idareye itiraz yolunun tüketilmemesi, açılan davanın idari mercii tecavüzü nedeni ile reddedilmesine sebep olur.
2- Dava Açma Süresi
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinin 1. fıkrasında; dava açma süresinin, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştayda ve idare mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz gün olduğu; 2’nci fıkrasının ( b ) bendinde de, dava açma süresinin, vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezalarından doğan uyuşmazlıklarda, tebliğ yapılan hallerde veya tebliğ yerine geçen işlemlerde tebliğin tarihini izleyen günden başlayacağı hükümleri yer almaktadır. Normal dava açma süresi 30 gündür. Ancak idare tarafından itiraza karşı karar verilmesi gereken 30 gün içerisinde sessiz kalınması durumunda itiraz reddedilmiş sayılacağından 30 günlük sürenin sonunda dava açılması mümkündür.
İdarece karar alınıncaya kadar süre verilmesi durumunda ise idarece herhangi bir karar verilmeden doğrudan takibat yapılması mümkün değildir. İdare, süre vermiş olduğu hâlde herhangi bir karar almadan yükümlü aleyhine zımni ret müessesesini kullanarak takibata başlayamaz. Konuya ilişkin Danıştay 7. Dairesinin 2014/5504E., 2018/4698K. sayılı ve 31.10.2018 tarihli kararında da; “Dosyanın incelenmesinden; davacı tarafından adına tescilli beyanname muhteviyatı eşya nedeniyle yapılan ek tahakkuk ve alınan para cezası kararlarının 28.10.2010 tarihinde tebliği üzerine, 9.11.2010 tarihinde süresi içerisinde itiraz başvurusunda bulunulduğu; davalı idarece, “karar alınıncaya kadar süre verildiği” şeklinde verilen cevapla davacının belirsiz bir süre için beklemeye sevk edildiği, nihayetinde başvuru hakkında herhangi bir karar alınmadan, 10.1.2014 tanzim tarihli dava konusu ödeme emrinin 23.1.2014 tarihinde tebliğ edilerek davacı hakkında takibata geçildiği anlaşılmıştır.Olayda; her ne kadar, dava konusu ödeme emri konusunu oluşturan vergi ve cezaların, zımni ret işlemine karşı süresinde dava açılmayarak kesinleştiğinden bahisle tahsili amacıyla düzenlenmiş ise de; ek tahakkuka ve cezalara karşı süresi içerisinde yapılan itiraz başvurusunun, Gümrük Muhafaza Başmüdürlüğünce karara bağlanmadığı aksine, kararın verilebilmesi için davacının belirsiz süreyle beklemeye bırakıldığı; dava açmakla idarenin cevabının beklenmesi arasında muallakta bırakılan davacının idarece işlem tesis edileceğine ilişkin güveni ve haklı beklentisinin devam ettiği süreçte, doğrudan takibata yönelik işlem tesis edilmekle hukuki güvenlik ilkesinin zedelendiği gözardı edilmemelidir.
Başka bir ifade ile, kamu alacağının henüz idari yönden kesinleşmediği anlaşıldığından, 4458 Sayılı Kanun’un 242. maddesi gereğince yapılan itiraz başvurularını 30 gün içinde karara bağlayarak ilgilisine tebliğ etme görevi olan idarenin, davacının itiraz başvurusunu yanıtlamak yerine, davacıya tanınan bir hak olan zımni ret müessesesini davacı aleyhine kullanmak suretiyle ödeme emri düzenlenmesinde hukuka uyarlık bulunmadığından, davanın reddi yolundaki mahkeme kararında isabet görülmemiştir.” şeklinde belirlenmiştir.
Yine zımni ret süresinin dolmasından sonra idarece itiraza karşı bir cevap verilmesi durumunda; itiraza ilişkin değerlendirmenin yükümlüye tebliğ tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılması mümkündür. Danıştay 7. Dairesinin 2011/7700E., 2012/3050K. sayılı 12.6.2012 tarihli kararında; “Olayda olduğu gibi, davacının, adına karara bağlanan para cezasına karşı yaptığı itiraz başvurusuna, Gümrük Kanununun 242’inci maddesinde öngörülen 30 günlük süre içinde cevap verilmemek suretiyle oluşan zımni ret işleminin süresi içinde dava konusu yapılmadığı, ancak, dava açma süresinin geçirilmesinden sonra, başvuru hakkında idarece işlem tesis edilerek tebliğ edildiği hallerde izlenecek usullere dair herhangi bir düzenleme bulunmadığından, 2577 sayılı Kanunun 10‘uncu maddesinde yer alan, idareye yapılan başvuruların cevap verilmemek suretiyle reddine ilişkin işlemlerin iptali istemiyle dava açılmaması veya açılan davaların süreden reddi hallerinde, bekleme süresinin bitmesinden sonra yetkili idari makamlarca cevap verilirse, cevabın tebliğinden itibaren idari dava açma süresi içinde dava açılabileceği yolundaki hükmün uygulanması gerekir.Bu bakımdan; itiraz başvurusunun reddine dair başmüdürlük işleminin tebliğinden itibaren otuz günlük idari dava açma süresi içerisinde açıldığı tartışmasız bulunan davanın, Mahkemece esasının incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken, süre aşımı yönünden reddine dair verilen kararda isabet görülmemiştir.”
3- Görevli ve Yetkili Mahkeme
2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun’un 6. maddesinde göre; gümrük idaresinin vergilendirmeye ilişkin işlemlerine karşı açılan davalarda vergi mahkemeleri görevlidir.Gümrük idaresi ile dava yoluna başvuracak kişi arasında uyuşmazlığa neden olan konu, vergilendirme işlemlerine ilişkin değil ise görevli mahkeme idare mahkemeleridir.Gümrük Kanunu’nun 242/4. maddesine göre; itirazın reddi kararlarına karşı işlemin yapıldığı yerdeki idari yargı merci yetkilidir.
Kabahatler Kanunu’ndaki düzenlemeye göre idari yaptırım kararlarına karşı sulh ceza hâkimliklerinde itiraz yoluna gidilir. Hâlbuki Gümrük Kanunu’nun gümrük kabahatlerine de uygulanmak üzere öngördüğü kanun yolları bulunmaktadır. Bu nedenle gümrük kabahatlerine karşı sulh ceza hâkimliklerine itiraz edilmez. Gümrük Kanunu’nun 242. maddesindeki düzenlemelere göre yükümlüler kendilerine tebliğ edilen cezalara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde bir üst makama, üst makam yoksa aynı makama verecekleri bir dilekçe ile itiraz edebilirler ve itirazın reddi kararlarına karşı işlemin yapıldığı yerdeki idari yargı mercilerine başvurulabilir. Bu bakımdan gümrük cezalarına ilişkin kanun yolları, Gümrük Kanunu’nun bu hükümleri çerçevesinde değerlendirilir. Gümrük cezalarına itiraz ve bunlara ilişkin tahlil ve tahlile itiraz, gümrük vergilerindeki usul ile aynıdır. İtiraz ve buna bağlı olarak yargı yolunun kullanılması düzenlemeleri vergiler ve kabahatlere ilişkin cezalar için ortaktır.
4- Dava Açılmasının Tahsil İşlemlerine Etkisi
Gümrük
vergilerinin tahakkukuna karşı açılan davalar, yürütmeyi durdurur. Zira İYUK’un 27/4. maddesine göre
vergi mahkemelerinde, vergi uyuşmazlıklarından doğan davaların açılması, tarh
edilen vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümlerin ve bunların zam ve
cezalarının dava konusu edilen bölümünün tahsil işlemlerini durdurur. Gümrük
Kanunu’nun 245/3. maddesi; “Alınan
kararlara karşı idari yargı merciine başvurulması, bu kararın idare tarafından
uygulanmasına engel olmaz” hükmünü amirdi. Bu hüküm Ordu Vergi Mahkemesinde
görülen bir davada, Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
taşınmıştır. Hüküm, Anaysa Mahkemesi’nin 18.10.2005 tarihli ve 2005/71 sayılı
kararı ile iptal edilmiştir. Gümrük Kanunu’nun 245. maddesi 18.06.2009 tarihinde kabul
edilen 5911 sayılı Kanun’un 68. maddesi ile kaldırılmıştır. Bu nedenle
yükümlüler tarafından açılan dava, gümrük vergilerinin tahsiline ilişkin
yürütmeyi durdurur.
[1] Erkan Ertürk (2013): “Gümrük Vergi ve Cezalarının Tahakkuk ve Tebliği ile Uzlaşma ve İtiraz Süreçleri” Yaklaşım Dergisi, S.250, Ekim, s.260.
[2]ErdoğanÖner (2014):Vergi Hukuku ve Türk Vergi Sistemi Seçkin Yayıncılık, 3. Baskı, Ankara, s.536.
[3]Tayfun Ercan (2016): Türk Hukukunda Gümrük Kabahatleri, On İki Levha Yayınları, İstanbul,s.257.
[4] Ertürk, s.260.
[5]Ahmet Nohutçu (2015): İdari Yargı, 15. Baskı, Savaş Kitabevi, Ankara, s.188.
RÖDOVANS SÖZLEŞMESİ
Bu çalışmamızda rödovans sözleşmesinin niteliğini, sözleşmeye hangi hükümleri uygulanacağını, rödovans sözleşmesinin maden hukuku ile olan ilgisini inceleyeceğiz.
MADEN SAHALARI VE TASARRUF HAKKI
Anayasamızın 168.maddesinde de belirtildiği üzere ülkemiz sınırları içerisinde yer alan tüm tabii kaynak ve servetler devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Yine bunların aranması ve işletilmesi de devlete aittir. Devlet bu hakkını ancak belli bir süre ile sınırlı olmak kaydıyla gerçek ya da hükmi şahıslara devredebilir. Şüphesiz ki maden de anayasa hükmünde bahsi geçen tabii kayna ve servet niteliğindedir. Dolayısıyla maden, kime ait arsada olursa olsun; bu maden üzerinde tasarruf etme ve arama ve işleme hakkı devlete aittir. Devlet, arama ve işleme hakkını ancak belli şartlarla devredebilmektedir.
MADEN RUHSATI NEDİR?
Yazımızın bir önceki kısmında madenlerin ve arama işletme faaliyetlerinin devlet tasarrufu altında olduğunu ve devletin belirli şartlar dahilinde bu hakkını devredebileceğini belirtmiştik. İşte devletin gerek madenin aranması gerekse de işlenilmesi hakkını devredebilmesi, devralacak kişinin bu konuda ruhsat alabilmesine bağlıdır.
Ruhsat kavramı, Maden Kanunu’nun 3.maddesinde şu şekilde tanımlanmıştır;
“Ruhsat: Madenlerin aranması ve işletilmesi için yönetmelikte belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde Genel Müdürlükçe verilen belge.”
KİMLER MADEN RUHSATI ALABİLİR?
Mevzuatımızdaki yasal hükümler uyarınca maden ruhsatı alma noktasında belli başlı durumlar haricinde herhangi bir sınırlama getirilmemiştir. Bu bağlamda maden ruhsatı alabilecek kişiler;
-Gerçek kişiler,
-Madencilik yapabileceği statülerinde yazılı olan şirketler,
-Madencilik konusunda yetkilendirilmiş kamu kurum ve kuruluşları (Etibank, MTA, Valilik vd. gibi) maden ruhsatı alabileceklerdir.
-Miras yahut devir yolu ile de maden ruhsatı kazanılabilecektir.
Maden ruhsatı alamayacak kişileri ise şu şekilde özetlemek mümkündür;
-Devlet memurları ve diğer kamu görevlileri (müdür, genel müdür, akademisyen, öğretmen vb.),
-MİGEM’in merkez ve taşra teşkilatında çalışan yevmiyeli veya sözleşmeli personeli
-Maden arama veya işletme hakkını haiz iken memur olanlar memuriyete geçişlerinden itibaren 6 ay zarfında bu haklarını devretmeye mecburdurlar.
MADEN RUHSATININ BÖLÜNEMEZLİĞİ VE DEVRİ
Maden Kanunu’nun 5.maddesi uyarınca, ilk müracaat (takaddüm), arama ruhsatı, buluculuk, görünür rezerv geliştirme ve işletme ruhsatı haklarının hiçbiri hisselere bölünemez. Her biri bir bütün hâlinde muameleye tabi tutulur. Kanun hükmünden de anlaşılacağı üzere ruhsatların bölünerek parça parça devri mümkün değildir. Devrin geçerlilik şartı ancak ve ancak bir bütün halinde yapılmasıdır.
Maden ruhsatları, görünür rezerv geliştirme hakkı ve buluculuk hakkı devredilebilir. Devir yapılmadan önce arama ve işletme ruhsatlarının devredildiği tarihteki ruhsat bedelinin iki katı tutarında devir bedeli alınır. Devir Bakanlık onayı ile gerçekleşir. Durum maden siciline şerh edilir. Devir muamelesi maden siciline şerh edilmesi ile tamam olur.
Maden arama ve işletme ruhsatları ile buluculuk hakkının devredilebilmesi için, öncelikle taraflar arasında ruhsat devrini konu alan bir borçlandırıcı işlemin yapılması gerekmektedir. Maden haklarının devrini konu alan borçlandırıcı işlemlere örnek olarak satış, bağışlama ve mal değişim sözleşmeleri gösterilebilir.
Maden hakkını devir sözleşmesi, ruhsat sahibinin maden hakkını/maden ruhsatını devretmeyi; yeni ruhsat sahibinin ise bazen bir bedel ödemeyi ya da bir şeyin mülkiyetini karşı tarafa geçirmeyi taahhüt ettiği, bazen de herhangi bir yükümlülük altına girmediği bir özel hukuk sözleşmesidir.
Bu haliyle maden ruhsatının/haklarının devri sözleşmesinin yazımızın ilerleyen kısımlarında anlatacağımız rödovans sözleşmesinden farklı olduğunu belirtmekte fayda görmekteyiz.
RÖDOVANS SÖZLEŞMESİ NEDİR?
Rödeovans sözleşmesi, gerek yargı kararlarında gerekse de öğretide farklı tanımlamalara ve hükümlere sahip bir sözleşme biçimidir. Yargıtay vermiş olduğu bir kararda şu tanımlamaya yer vermiştir;
“Rödovans, maden ruhsat alanlarının maden arama ve işletme ruhsat sahibi tarafından sözleşme ile gerçek veya tüzel bir kişiye bir süre bırakılması, maden ocağının işletilmesini üstlenen gerçek veya tüzel kişinin ise, ruhsat sahibine ürettiği her bir ton maden için bir miktar ücret ödemeyi taahhüt ettiği bir sözleşmedir. Rödovans sözleşmesi, maden ruhsatının devrini değil, bu hakkın bir başkasına belirli bir süreyle kullandırılmasını amaçlar. Bu sözleşmenin yapılması kanunda herhangi bir şekle tabi tutulmamıştır.” (22. HD. 2017/2878 Esas ve 2019/15681)
Kanımızca rödovans sözleşmesi, ruhsat sahibinin işletme hakkını belirli bir süre için devretmeyi, devralanın ise belli miktarda üretim yapmayı ve üretim yaptığı miktarı üzerinden hesaplanacak belirli bir meblağı ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.
UNSURLARI
Yukarıda yapmış olduğumuz tanımlamadan yola çıkmak gerekirse rödovans sözleşmesinin unsurlarını şu şekilde sıralayabilmek mümkündür;
-İşletme izni alınan ruhsat sahası üzerindeki kullanım hakkının devri,
-Devir karşılığında devralanın ödemesi gereken bedel,
-Sözleşme süresinin belirlenmesi.
Kullanım Hakkının Devri
Rödovans sözleşmesinin unsurlarından birincisi, maden işletme izni alınan ruhsat sahası üzerindeki maden hakkının kullanımının devredilmesidir. Diğer bir deyişle, sadece maden arama ve işletme ruhsatının alınması, kural olarak, ruhsat sahibine rödovans sözleşmesi yapma hakkı vermez. Zira işletme izni alınmaksızın bir madenin işletmeye alınarak üretim yapılabilmesi mümkün değildir. Maden arama ve işletme ruhsatı alan kişinin işletme izni alması da zorunluluktur. Aksi halde tanımdan da anlaşılacağı üzere; devralan kişinin taahhüt ettiği bedeli ödemesi mümkün olmayacaktır.
Bu durumda, maden arama veya işletme ruhsatı alınmış ancak maden işletme izni alınmamış bir maden sahası hakkında yapılan rödovans sözleşmesinin akıbetinin ne olacağı hususu akla gelir. Rödovans sözleşmesine konu olan maden hakkının, sözleşmenin yapıldığı sırada var olması ya da ruhsat sahibinin malvarlığında bulunması zorunluluk teşkil etmemektedir. Ruhsat sahibi, bu hakkı daha sonraki bir tarihte elde ederek rödovansçıya (rödovans verene) kullandırmayı taahhüt etmişse, bu rödovans sözleşmesi de geçerlidir. Ancak, sözleşmeden doğan borcun ifa edilebilmesi için maden işletme izninin alınması gerekir. Zira sözleşmenin yapıldığı anda edimin ifası imkânsız olsa da taraflar ifa zamanında ifanın mümkün hâle geleceği düşüncesine sahiplerse, sözleşme geçerlidir.
Bedel
Rödovans sözleşmesinin diğer unsuru, devralan kişinin maden sahasında işletme iznini kullanma karşılığında devreden (maden işletme izni sahibi) kişiye ödemeyi üstlendiği bedeldir. Bedel genel olarak bir miktar para olarak kararlaştırılmaktadır. Taraflar, bedeli tek seferde ödenecek bir miktar para olarak kararlaştırabileceği gibi; belirli aralıklarla ödeme yapılabilmesini kararlaştırabilirler. Yine bedel tarafların üzerinde anlaştığı sabit bir meblağ olabileceği gibi; maden sahasında yapılan üretime göre değişen bir miktarın kararlaştırılması da mümkündür. Öte yandan bedelin para olarak belirlenmesi mümkün değildir. Taraflar, bedeli ayni bir edim olarak belirleyebileceği gibi; sözleşmenin bedelsiz yapılabilmesi de mümkündür.
Sözleşme Süresinin Belirlenmesi
Maden Yönetmeliği’nin 101/5.maddesi ile “Rödovans sözleşmelerinde sözleşmenin bitiş tarihi, muhtemel süre uzatımları dahil gün/ay/yıl olarak belirtilir.” Hükmü getirilmiştir. Görüldüğü üzere sözleşme süresinin belirlenmesinin bu hükümle birlikte zorunlu hale geldiği söylenebilir. Hükme aykırı sözleşmelerin geçersiz olacağını belirtmekteyiz.
SÖZLEŞMENİN HUKUKİ NİTELİĞİ
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere; rödovans sözleşmesi, bir özel hukuk sözleşmesidir. Bu sebeple sözleşmeden kaynaklı uyuşmazlıklarda özel hukuk hükümleri uygulanacaktır. Yine tarafların bedel karşılaştırması halinde sözleşme, her iki tarafa da borç yükleyen sözleşme olarak nitelendirilebilecektir. Öte yandan rödovans sözleşmesinde bedel kararlaştırıldıysa TBK’da yer alan “ürün kirasına” ilişkin hükümler; şayet bedel kararlaştırılmadıysa “kullanım ödüncüne” ilişkin hükümler niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanmalıdır.
SÖZLEŞMENİN ŞEKLİ
Hukuk sistemimizde genel olarak şekil serbestisinin hakim olduğu söylenebilir. Ancak bazı sözleşme tiplerinde geçerlilik şartı olarak yazılılık ve hatta resmi şekilde düzenlenme şartı öngörülmüştür. Rödovans sözleşmesinde de sözleşmenin taraflarına göre bu durum farklılık arz etmektedir.
Sözleşmenin Özel Hukuk Kişileri Arasında Yapılması Halinde
Rödovans sözleşmesinin taraflarının özel hukuk anlamında gerçek veya tüzel kişi olması halinde sözleşmenin geçerliliği açısından herhangi bir şart öngörülmemiştir. Tarafların sözlü olarak anlaşması ile dahi sözleşme kurulabilecektir. Ancak hükümlerin sarih bir biçimde kararlaştırılması ve muhtemel uyuşmazlıkların önlenmesi anlamında sözleşmenin yazılı olmasında fayda bulunmaktadır. Öte yandan bir hususa dikkat çekmekte de fayda bulunmaktadır. Rödovans sözleşmesi yapılması, ruhsatın devri anlamına gelmediğinden kanun/yönetmelik hükümlerinde yer alan şekil şartının aranması mümkün değildir.
Sözleşmenin Taraflarından Birisinin Kamu Tüzel Kişisi Olması Halinde
Rödovans sözleşmenin taraflarından birisinin kamu tüzel kişisi olması hâlinde, şekil serbestisinden bahsedebilmek mümkün değildir. Bunun sebebi ise kamu kurumlarının rödovans sözleşmesine kadar olan süreçte ihale yöntemini kullanmalarıdır. Dolayısıyla sözleşmenin yapılması aşamasına kadar gerçekleştirilen işlemlerin birer idari işlem olduğunu söylenebilir. Bu sebeple sözleşmenin yapılmasına kadarki aşamada idarenin işlemlerine ilişkin uyuşmazlıklar için idari yargı; sözleşmenin imzalanmasından sonraki dönemdeki uyuşmazlıklar için adli yargı görevlidir.
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu Genel Müdürlüğü, kurum tarafından yapılacak olan rödovans sözleşmelerinin yapılma usulünü belli başlı kurallara tabi tutmak amacıyla 2007 yılında Rödovans Uygulama Yönergesi çıkarmıştır. Yönergenin birinci maddesinde, çıkarılma amacının rödovans karşılığında üretim yaptırılmasına ilişkin esas ve usullerin belirlenmesi olduğu ifade edilmiştir. Diğer kamu kurumları ise rödovans sözleşmelerinin yapılmasına ilişkin böyle bir yönerge çıkarmamıştır. Bu nedenle, bu kamu kurumlarının yaptığı rödovans sözleşmelerine Maden Kanunu ve Maden Yönetmeliği’nde düzenlenen ihale hükümlerinin uygulanması gerektiği söylenebilir.
Bakanlık İzni
2015 yılında kanunda yapılan değişiklikle birlikte, ruhsat sahiplerinin üçüncü kişilerle yaptığı rödovans sözleşmelerinin geçerliliği Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın iznine tabi kılınmıştır. İzin alınmadan yapılan rödovans sözleşmesi kapsamındaki faaliyetlerin ise durdurulacağı hüküm altına alınmıştır. Bu anlamda bakanlık izninin bir geçerlilik şartı olduğu söylenebilir. İzin alınmaksızın yapılan bir rödovans sözleşmesi kapsamında maden sahasında yapılan çalışmaların akıbetinin ise Maden Kanunu’nun 12/5.maddesinde yer alan yaptırımlar olacağı söylenebilir. Zira kişi geçerli bir hukuki ilişkiye binaen maden sahasında ruhsattan kaynaklanan hak ve yetkileri kullanmamaktadır.
Sözleşmenin Maden Sicili’ne Şerh Edilmesi Taraflar arasında kurulan ve bakanlık tarafından izin verilen sözleşmeler maden siciline kaydedilir. Daha önce de belirttiğimiz üzere; rödovans sözleşmesi, borçlar kanunu uyarınca kurulan bir sözleşme olup, nispi nitelik taşımaktadır. Öte yandan maden ruhsatının devri halinde adına şerh verilecek kişi, ruhsatı devralan kişiye karşı bunu süremeyecektir. Bu anlamda maden siciline verilecek şerh, sonradan ruhsatı devralacak kişiye karşı ileri sürülemeyecektir. Yani şerh, ayni bir etki taşımamaktadır. Süregelen Danıştay kararlarında da bu hususa dikkat çekilmiştir. Anlattıklarımıza ek olarak sicile verilen şerhin kurucu yahut geçerli hale getirme şeklinde bir etkisi bulunmamaktadır.
GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMASI
Güvenlik soruşturmasının ne olduğunu, atama işlemiyle olan ilgisini 19.06.2019 tarihli makalemizde yayınlamıştık. Ulaşmak için http://www.sobaci.av.tr/guvenlik-sorusturmasi-ve-arsiv-arastirmasi/ adresini tıklayabilirsiniz. İşbu yazımızın konusunu, “Hükmün Açıklanmasının Geriye Bırakılması” ve bu kurumun güvenlik soruşturması ile olan ilgisi oluşturmaktadır.
HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİYE BIRAKILMASI NEDİR?
Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231/5.maddesinde şu şekilde açıklanmıştır;
“Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl(2) veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder.”
Görüldüğü üzere; bu halde mahkeme, sanık hakkında bir hüküm vermekte; ancak belli şartlar dahilinde hükmün açıklanması geriye bırakılmaktadır. Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması ile mahkeme tarafından kurulan hüküm, sanık hakkında hukuki bir sonuç doğurmamaktadır. Erteleme, takdiri indirim vb. gibi durumlarda mahkeme kararı birtakım hukuki sonuçlar doğrururken, hükmün açıklanmasının geri bırakılması kurumunda ortada sonuç doğuracak bir mahkeme hükmü yoktur. Mahkeme bir hükme varmış, ancak bunu açıklamamıştır.
HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMA ŞARTLARI NELERDİR?
SUÇA İLİŞKİN ŞARTLAR
Hapis Cezasına Hükmedilen Suçlar
Ceza Kanunu’nda düzenlenen tüm suçlar hakkında mahkeme hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kararı veremeyecektir. Kanun belli başlı suçları, kapsam dışında bırakmıştır. İstisnai nitelikte olan bu suçlara burada yer vermemekteyiz. Genel itibariyle açıklanması geri bırakılacak olan hükümdeki hapis cezası miktarı 2 yıl veya daha az süreli olmalıdır. Bu anlamda suçun kast, olası kast, taksir veya bilinçli taksirle işlenmesi açısından hiçbir farklılık bulunmamaktadır. Önemli olan hükmedilen ceza miktarının 2 yıl veya daha kısa süreli olmasıdır.
Adli Para Cezasına Hükmedilen Suçlar
Adli para cezası, mahkemenin yaptığı yargılama sonucunda direkt olarak vereceği bir ceza olabileceği gibi hapis cezasının adli para cezasına çevrilmesi de mümkündür. Hakkında hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kararı verilebilecek olan adli para cezası;
-Mahkeme tarafından doğrudan verilmeli ya da
-Hapis cezası ile birlikte verilmelidir.
Hapis cezasının adli para cezasına çevrilmesi halinde, hükmün açıklanması geriye bırakılamayacaktır.
SANIĞA İLİŞKİN ŞARTLAR
Sanığın Daha Önce Kasten İşlenmiş Bir Suçtan Mahkum Olmamış Olması
Mahkemenin hükmün açıklanmasının geriye bırakılması için ilk şart, sanığın kasten işlenen bir suçtan mahkum olmamasıdır. İşlenen suç sonucunda mahkemenin hapis yahut adli para cezası vermesinin bir önemi bulunmamaktadır. Sanık hakkında kasten işlediği bir suçtan kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü varsa hükmün açıklanması geriye bırakılamayacaktır.
Zararın Giderilmesi
Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması için bir diğer şart, sanığın suç teşkil eden fiili neticesinde mağdur ya da kamunun uğradığı zararı gidermesi zorunludur. Sanığın gidermesi gereken zarar, maddi zarardır.
Tekrar Suç İşlenmeyeceğine Dair Mahkeme Kanaati
Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması için sanığın tekrar suç işlemeyeceğine dair mahkemede kanaat oluşması gerekmektedir. Mahkeme, bu kanaate ulaşırken sanığın psikolojik durumunu, duruşmalardaki tutumunu göz önüne alacaktır.
Sanığın Onayı
Sanık hükmün açıklanmasının geriye bırakılmasına muvafakat etmezse; mahkeme, bu kararı veremeyecektir.
HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMASININ SONUÇLARI
Hükmün açıklanmasının geriye bırakılması ile sanık, 5 yıl süre ile denetime tabi tutulur. Bu süre, 18 yaşını doldurmamış çocuklarda 3 yıldır. Denetim süresi içerisinde mahkeme, sanık hakkında çeşitli yükümlülükler öngörebilir. Bu denetime uyan ve 5 yıl boyunca kasten bir suç işlemeyen sanık hakkında davanın düşmesi kararı verilir ve açıklanmayan hüküm ortadan kalkar. Yükümlülüklere uymayan ya da denetim süresi içerisinde kasten suç işleyen sanık hakkındaki hüküm açıklanır. Açıklanan hüküm, geri bırakılan hükmün aynısı olacaktır. Bu anlamda hükümdeki ceza ertelenemeyecek ya da seçenek yaptırımlara çevrilemeyecektir. Yine kişi hakkında verilen “hükmün açıklanmasının geriye bırakılması” kararı, adli sicilden farklı olarak başka bir sicile kaydedilecektir.
GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE HAGB KARARI
HAGB kararı sonrasında sanık hakkında verilen hüküm açıklanmamış; yani hukuk dünyasında doğmamış ve muteber hale gelmemiştir. Süreç boyunca hüküm araftadır. Dolayısıyla kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü gibi hukuki anlamda sonuçlar doğurması mümkün değildir. Bu anlamda kişi hakkında güvenlik soruşturması yapılırken idari makamlar tarafından adeta kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü gibi değerlendirilmemesi gerekmektedir. Kaldı ki kişi hakkındaki HAGB kararı adli sicil ve arşiv kaydında da gözükmeyecektir. Yönetmelik hükümleri de incelendiğinde yapılacak olan araştırmanın HAGB kararlarının kaydedildiği kayıtları içermemektedir. Hal böyle iken atama işleminde kişi hakkında HAGB kararı verildiğinden bahisle menfi bir karar verilmesi, hukuka aykırıdır. Nitekim gerek ilk derece mahkemeleri gerekse de Danıştay tarafından bu yönde kararlar verilmektedir;
“Bu durumda; hakkında verilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı karşısında, sözleşmeli zabıt katipliği sınavında başarılı olan davacının, 2802 sayılı Kanun’un Ek 1. maddesi ile Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliği’nin 6/19. maddesi uyarınca davalı idarece yapılan arşiv araştırmasının olumsuz olduğundan bahsedilemeyeceğinden, dava konusu arşiv araştırmasının olumsuz olduğundan bahisle atamasının onaylanmamasına ilişkin işlem ile bu işleme yaptığı itirazın reddine ilişkin işlemde hukuka uyarlık, aksi yönde verilen Mahkeme kararında da hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulü ile Mahkeme kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın İdare Mahkemesine gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 (onbeş) gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere 22/10/2015 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.” (Danıştay 12. D. 2015/3186 E ve 2015/5513 K)
GÜVENLİK SORUŞTURMASI VE ARŞİV ARAŞTIRMASI
Güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması, ülkemizde özellikle 15 Temmuz kalkışmasından sonra kamuoyunu meşgul eden bir durum olmuştur. Ancak kavramın kanuni dayanağına bakıldığında; 12.04.2000 tarihinde yayınlanan yönetmelikle hukukumuza girdiği görülmektedir. Yönetmelikte her iki kavramın da ayrı ayrı tanımlandığı görülmektedir. Buna göre;
“f)Arşiv araştırması: Kişinin kolluk kuvvetleri tarafından halen aranıp aranmadığının, kolluk kuvvetleri ve istihbarat ünitelerinde ilişiği ile adli sicil kaydının ve hakkında herhangi bir tahdit olup olmadığının mevcut kayıtlardan saptanmasını,
g) Güvenlik soruşturması: Kişinin kolluk kuvvetleri tarafından halen aranıp aranmadığının, kolluk kuvvetleri ve istihbarat ünitelerinde ilişiği ile adli sicil kaydının ve hakkında herhangi bir tahdit olup olmadığının, yıkıcı ve bölücü faaliyetlerde bulunup bulunmadığının, ahlaki durumunun, yabancılar ile ilgisinin ve sır saklama yeteneğinin mevcut kayıtlardan ve yerinden araştırılmak suretiyle saptanması ve değerlendirilmesini, … ifade eder.” şeklinde tanımlanmıştır.
Görüldüğü üzere; idare tarafından memur/kamu görevlisi hakkında yapılacak olan bu araştırmaların kapsamı ve tanımlar da belirtilmek suretiyle yönetmelik hükmü olarak vaz edilmiştir. Amaç olarak kamu görevlisi olarak atanacak kişinin daha önceki olaylar sebebi ile adli sicilinde kayıt olup olmadığı veya hakkında bir hak mahrumiyeti olup olmadığı ve yine halihazırda devam eden bir arama kararının olup olmadığı, adli sicil kaydının olup olmadığı ve görevine uygun şahsi hasletlere sahip olup olmadığının belirlenmesi gösterilebilir.
Ancak kamu görevlisini atama yetkisine sahip makamların ne yazık ki; işbu araştırma yetkisinin sınırlarını aşırı genişleterek yalnızca kişi ile ilgili değil; ailesi ve hatta 2.derece yakınlarıyla ilgili araştırmalar yaptığı, delil özelliğini haiz olmayan belgeler uyarınca atamaya esas bir kanı oluşturduğu son zamanlarda görülmektedir. Bu durumun hukuka aykırı olduğu noktasında hiçbir şüphe bulunmamaktadır. Zira kişinin kendisi dışındaki insanların fiil ve görüşleri üzerinde bir hakimiyetinin olması mümkün olmadığı gibi, bunlardan dolayı o kişi hakkında idarenin bir kanı oluşturması da mümkün değildir. Bu açıklamalara ek olarak; kişi hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılması ve akabinde takipsizlik (kovuşturmaya yer olmadığı) veya beraat kararı verilmesi halinde dahi güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sonucunda uygun bulunmama neticesi doğurmaktadır. Bu durumun evrensel hukuk ilkeleri olan “masumiyet karinesi”, “kişilerin lekelenmeme hakkı” gibi temel ilkelere aykırı olduğu ve nihai olarak da hukuka aykırı olduğu açıktır. Zira kişi hakkında verilen işbu kararlar, cezai anlamda kişinin aklandığının kesinleşmiş bir yargı kararı ile hüküm altına alınması demektir. Bu durumda hukuka uygun olanın yapılan araştırmada bu hususun gözetilmemesi, gözetilse dahi kişinin aleyhine yorumlanmamasıdır. Ancak yapılan yargılamalarda araştırmayı yapan idarenin atamama gerekçesi olarak bu hususları gösterdiği bilinmektedir. Yargılama konusu yapılan bu işlemlerin mahkemelerce iptali yönünde kararlar verilmektedir. Bu anlamda bazı yargı kararlarına aşağıda yer vermekteyiz;
“ÖSYM Başkanlığınca yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavında başarılı olarak İstanbul İli Sosyal Çalışmacı kadrosuna ataması teklif edilen davacı tarafından, 13.5.2009 tarihli ve 2255 Sayılı sınav kurulu kararıyla Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 6/18- ( b ) maddesi gereğince “güvenlik soruşturması olumlu olmak” şartını taşımadığından bahisle anılan kadroya atanmamasına dair işlemin iptali ile bu işlem sebebiyle mahrum kaldığı tüm özlük ve maddi haklarının yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılan davada; davacı hakkında yaptırılan güvenlik soruşturması sonucu; 28.12.1994 tarihinde ..suçlamasıyla gözaltına alınarak bilahare serbest bırakıldığı, aynı konuyla ilgili olarak hakkında hazırlanan soruşturma evrakıyla birlikte Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığının 24.1.1995 tarihli ve Hazırlık No:1995/31, Karar No:1995/42 Sayılı kararıyla, davacının söz konusu teşkilat içinde yer alıp faaliyetler gösterdiği hususunda hakkında kamu davasının açılmasını haklı gösterecek delil ve emare elde edilmediğinden kovuşturmaya yer olmadığı yönünde karar verildiği, ancak hakkındaki güvenlik soruşturmasının olumlu olmadığı ileri sürülerek ataması yapılmamış ise de; davacının belirtilen fiile dair olarak herhangi bir mahkumiyet kararı bulunmadığı ve hakkında açılan soruşturmada kovuşturmaya yer olmadığı yönünde karar verildiği gerekçesiyle davaya konu işlemin iptali ile davacının işlem sebebiyle mahrum kaldığı özlük ve maddi haklarının dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte davalı idarece davacıya ödenmesi yolunda Ankara 9. İdare Mahkemesince verilen 19.9.2013 tarihli ve E:2013/1339, K:2013/1252 Sayılı kararın temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
…
SONUÇ: Temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına, temyiz giderlerinin istemde bulunan üzerinde bırakılmasına, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 (onbeş) gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 22.10.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi.” (Danıştay 12. D. 2015/1759 E. ve 2015/5517)
Sonuç olarak kamu görevine girmek isteyen kişiler hakkında yapılan güvenlik ve arşiv araştırmasında idari makamların “suç ve cezaların şahsiliği” ilkesini, yargı makamları tarafından kişilerin aklanması yönünde verilen beraat ve takipsizlik kararının dikkate alması gerekmektedir. Aksi halin kabulü, tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerde ve anayasada yer alan temel haklara aykırılık teşkil etmektedir. Bu anlamda bu hususların idare ve mahkeme tarafından gözetilmemesi, ilgililerin hem Anayasa Mahkemesi’ne hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapmasının yolu açılmaktadır.
İDARENİN KUSURSUZ SORUMLULUK HALLERİNDEN ‘KAMU KÜLFETLERİNİN PAYLAŞILMASINDA EŞİTLİK İLKESİ’
Devlet organlarının daha doğrusu idarenin yapmış olduğu işlem ve eylemlerden kaynaklı olan zararları tazmin etmesinin dayanağı Anayasa’nın 125.maddesinde yer almaktadır. Buna göre “İdare, kendi eylem ve işleminden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”. İdarenin tazminat yükümlülüğü doğması için gerekli olan şartlar nedir? Hukukumuzda idarenin sorumluluk esası olarak ‘kusur sorumluluğu’ kabul edilmiştir. Buna göre idarenin bir eylem veya işlemi, hukuka aykırı olmalı ve bu eylem veya işlemden kaynaklı olarak bir zarar ortaya çıkmalıdır. Bu çalışmamızın konusunu idarenin genel sorumluluk esasına istisna oluşturan hallerden birisi olan “kamu külfetlerinin paylaşılmasında eşitlik” bir diğer adıyla “fedakarlığın denkleştirilmesi” oluşturmaktadır. Bu ilkeler, idarenin kusuru olmasa dahi meydana gelen zararı karşılaması gerektiği anlamına gelmektedir.
İdare tarafından gerçekleştirilen bazı eylemlerde idareye atfı kabil hiçbir kusur olmasa dahi bir zarar meydana gelmiş olabilir. Bu tarz durumlarda salt idarenin kusurunun bulunmadığı sebebiyle vatandaşların tazminat taleplerinin reddedilmesi, hakkaniyete aykırı olduğu gibi temel haklara da aykırılık teşkil edecektir. Bu gibi durumlarda idarenin kusuru aranmamakta; ortaya çıkan zarar ile idarenin davranışı arasında illiyet bağının bulunması yeterli görülmektedir. Kusursuz sorumluluk ilkesi hukukumuzda genel olarak “İdarenin risk ilkesi gereğince sorumluluğu” ve “Kamu külfetleri karşısında eşitlik ilkesi gereğince sorumluluk” başlıkları altında incelenmektedir.
Kamu Külfetleri Karşısında Eşitlik İlkesi Gereğince Sorumluluk
Kamu külfeti kavramı neyi ifade etmektedir? Kamu külfeti, idare tarafından verilen hizmetlerin karşılığında bu hizmetten kaynaklanan yükümlülükleri ifade etmektedir. Anayasamızda da belirtildiği üzere; kanun önünde her vatandaş eşit hak ve yükümlülüklere sahiptir. Yani hakları kullanma ve yükümlülüklere katlanma noktasında ‘eşitlik ilkesi’ kabul edilmiştir. İdare tarafından verilen hizmetlerde de hizmetten her vatandaş eşit bir biçimde yararlanma hakkına sahip olduğu gibi, bu hizmetten kaynaklanan külfetlere de her vatandaşın eşit olarak katlanması beklenmektedir. Ancak bazı durumlarda idare tarafından hukuka uygun bir eylem/işlem yapılmakta, bu hizmetten tüm vatandaşlar eşit olarak yaralanabilmekte; ancak ortaya çıkan durum itibariyle bundan kaynaklanan zarar anormal ve özel olarak bir kişi üzerinde kalmaktadır. Yargı kararlarında bu zararın idare tarafından tazmin edilmesinin hukukun genel ilkelerinin, hakkaniyet ve nesafet kurallarının gereği olduğu isabetli bir biçimde ifade edilmiştir. Zira bu durum, hukukun bir gereği olduğu gibi vatandaşların idareye duyduğu güvenin ve sağlıklı bir sosyal yaşantının temel taşıdır.
Danıştay da verdiği çeşitli kararlarda idarenin hukuka uygun faaliyetinden kaynaklanan zararın tazmini için zararın özel, anormal ve daimi nitelikte olması gerektiği belirtmiştir. Bu anlamda kısa süreli ve geçici nitelikte zararların tazmininin bu ilke uyarınca istenemeyeceği sonucuna varılmaktadır.
Ülkemizde bu ilkenin ortaya çıkış halleri genel olarak idarenin bayındırlık faaliyetlerinden kaynaklı olarak ortaya çıkmaktadır. Örnek kabilinden şu durumları saymak mümkündür;
-Yol yapım çalışması sonucunda vatandaşa ait işletmenin müşteri sayısının anormal derecede düşmesi,
-Liman inşaatı sebebiyle balıkçı restoranlarının müşterilerinin azalması,
-Bayındırlık faaliyeti neticesinde kişilere ait taşınmazın kullanılamaz duruma gelmesi veya bu taşınmaza ulaşabilmek için çok fazla yakıt harcanması ya da mesafe kat edilmesi,
-Bayındırlık faaliyeti sonucunda oluşan kot farkı sebebi ile taşınmazın değerinde meydana gelen azalmalar.
Bu gibi durumlarda idare tarafından kusuru olmaksızın verilen zararının tazmininin gerektiği yüksek mahkemenin içtihatlarında isabetli olarak belirtilmiştir. Bu anlamda içtihatların ilgili kısımlarına aşağıda kısaca yer vermekteyiz;
“Dosyanın incelenmesinden, davacılar tarafından işletilmekte olan A1 Köyü sınırları içerisinde bulunan akaryakıt istasyonu, restoran, market, yıkama ve yağlama ünitesinin Bitlis-Tatvan Karayolunun yükseltilmesi sonucu yol kotunun aşağısında kaldığı ve araç giriş-çıkışının kesildiği, Bitlis Sulh Hukuk Mahkemesinin 2008/30 sayılı dosyasıyla söz konusu zararın toplamda 399.875,92 TL olduğunun saptanması üzerine 27.02.2009 günlü başvuru dilekçesiyle uğranıldığı iddia edilen 500.000,00 TL zararın tamamının davalı idareden talep edildiği anılan başvurunun reddi üzerine de görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
İdareler kural olarak yürüttükleri kamu hizmetiyle nedensellik bağı kurulabilen zararları tazminle yükümlüdürler. İdari eylem ve/veya işlemlerden doğan zararlar idare hukuku kuralları çerçevesinde hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkeleri gereği tazmin edilmektedir.
Kusursuz sorumluluk, risk ilkesi ve fedakarlığın denkleştirilmesi olmak üzere iki ilkeye dayanmaktadır. Fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi veya kamu külfetleri karşısında vatandaşların eşitliği ilkesi; idarenin, nimetleri tüm toplum tarafından paylaşılan hukuka uygun eylem ve işlemlerin külfetlerinin belli kişi veya kişilerin üzerine kalmamasını, uğranılan zararın idarenin bir kusuru olmasa bile tazmin edilmesini öngörmektedir. Kusursuz sorumluluk ilkesi gereğince idarenin hukuka uygun eylemlerinden doğan zararı da tazmin etme yükümlülüğü bulunmaktadır.
Bir başka anlatımla, idari hizmetlerin kuruluş ve işleyişlerinde mevcut kusurlardan doğan zararların idarece tazmini gerektiği açıktır. Ayrıca kamu hizmetlerinin görülmesi sırasında bir görevle ilgili olarak genel külfetler dışında fertlere ve ferdi mülkiyete verilen zararların, eylemle zararlı sonuç arasında nedensellik bağının bulunması koşuluyla kusursuz sorumluluk esaslarına göre kusur aranmadan hizmetin sahibi idarece tazmin edilmesi hukukun genel ilkeleriyle hakkaniyet kuralları gereğidir. Aksine bir durumda; bu hizmetten doğan zarar bir veya birkaç kişiye yüklenmiş olacaktır.
Somut olayda da idare, kamu yararını gerçekleştirmek, toplumsal bir ihtiyacı karşılamak için hizmet yürütmüş ve bir faaliyette bulunmuştur. İdarenin, bu hizmetinden tüm toplum yararlanacak olmasına karşın davacılar bir külfet altına sokulmuş ve kamu yararı lehine özel bir fedakarlığa katlanmak zorunda bırakılmıştır. Bu şekilde bozulan kamu külfetlerinin dağılımındaki dengenin bir denkleştirilmeyle yeniden kurulması gerekir. Bu denkleştirme ise kamu yararını gerçekleştirmek için girişilen bu hizmet nedeniyle zarara uğramış olan davacıların zararlarının idarece tazmin edilmesi suretiyle gerçekleşecektir.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Karayolları Kenarında Yapılacak ve Açılacak Tesisler Hakkında Yönetmeliğin 11 inci maddesinde, karayolu kenarında yapılacak yol çalışmaları sonucu oluşacak olan zararlardan dolayı bir talepte bulunmayacağına ilişkin açık bir kural bulunmakta ise de, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararları ödemekle yükümlü olduğunu düzenleyen Anayasal hüküm ve hukukun genel ilkeleri kapsamında, davacıların uğramış olduğu zararın tazmini gerektiği açıktır.
Bu durumda, tazminat isteminin reddine ilişkin kararda hukuka uyarlık bulunmamaktadır.” (Danıştay 8.Dairesi 2010/4187 Esas ve 2012/429 Karar)
“Dosyanın incelenmesinden, yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen rapora göre; davacılara ait taşınmazın imar planı içinde, yerleşmenin az olduğu bölgede boş arsa niteliğinde olduğu, davalı idareye ait 70-80 cm yükseklikli oto korkuluğun engellemesi sonucu bu parsellere ulaşımın, otomobil ile imkansız, otoyol olması dolayısı ile yaya yolu ile de zor olduğu, aynı şekilde hayvan otlatma ve zirai ulaşımın da mümkün olmadığı, ayrıca parselin diğer yönlerinde dere olması ve bitişik komşu parsel olmaması nedeniyle ulaşımın imkansız hale geldiği, yol alt katmanlarının reglaj ve sıkıştırmadan kaynaklanan taşma miktarının da 50-60 cm kot farkı oluşturduğu, tüm bu etkenler bir araya geldiğinde taşınmazın değerinin tamamını kaybettiği tespitlerine yer verildiği görülmektedir.
Bu durumda, davalı idarece karayolunun yenilenmesi çalışmaları sonrasında davacılara ait taşınmazın değer yitirdiği ve oluşan maddi zararın kusursuz sorumluluk ilkesi uyarınca davalı idarece karşılanması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır.” (Danıştay 10.Dairesi 2015/959 Esas ve 2016/354 Karar)
“Dosyanın incelenmesinden; davacıya ait Ankara İli, Çankaya İlçesi, Öveçler Mahallesi, … ada, … parsel sayılı taşınmaz üzerinde yer alan …no‘lu dükkanın cephe aldığı Öveçler 4. Cadde‘de davalı idarece yapılan yol yapım çalışmaları esnasında yol kotunun düşürülmesi sonucu binanın yol seviyesinden 1,5–2 metre yukarıda kaldığı, davaya konu işyerinin daha önce düz ayak olduğu, dükkana yoldan girilebildiği, yol yapım çalışması nedeniyle dükkana giriş çıkışın imkansızlaştığı, dükkanın kullanılamaz hale gelmesi nedeniyle 2008 yılı Kasım ayında kiracının dükkanı tahliye ettiği ileri sürülerek uğranılan zararın tazmini isteğiyle Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada 15.07.2010 tarihli, E:2009/382, K:2010/278 sayılı karar ile davanın görev yönünden reddedildiği, anılan kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 09.12.2010 tarihli, E:2010/11115, K:2010/126662 sayılı kararıyla onanması üzerine, 25.913,79.-TL kira kaybının ait olduğu aylardan itibaren, 124.137,93.-TL değer kaybının ise kiracının dükkanı tahliye ettiği 01.11.2008 tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Olayda, Konya Yolu Fen Lisesi Kavşağı–Dikmen Caddesi Bağlantı Yolu ile Öveçler 4. Cadde kesişiminde köprülü kavşak ve alt-üst geçit düzenlemesine ilişkin imar planı değişiklikleri üzerine alanda köprülü kavşak ve yol yapım çalışmalarının yapıldığı, söz konusu yol yapım çalışmaları esnasında yol kotunun düşürülmesi nedeniyle davacının dükkanının yol seviyesinden 1,5–2 metre yukarıda kaldığı ve bu nedenle maddi zararın oluştuğu ileri sürülmektedir.
Her ne kadar, davaya konu taşınmazı da kapsayan alanda yapılan imar planı değişikliklerine ve çalışmalara yönelik mahkemelerce verilmiş nihai bir iptal kararı bulunmamakta ise de; idarelerin hukuka uygun eylemleri nedeniyle oluşacak zararlardan da sorumlu olduğunun ve kişilerin bu eylemlerden doğan zararlarının karşılanması gerektiğinin kabulü zorunludur.
Bu durumda, söz konusu köprülü kavşak ve alt-üst geçit düzenlemesinin davacının taşınmazının kullanımında herhangi bir zorluğa, değer düşüklüğüne ve zarara neden olup olmadığının tespit edilmesi ve varsa bu değer düşüklüğü ve zararın miktarının belirlenmesine yönelik mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yapılması suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, idarenin hizmet kusuru bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.” (Danıştay 6.Dairesi 2013/7368 Esas ve 2015/1683 Karar)