Kategori: Ceza Hukuku

MASAK BLOKESİ VE YAŞANAN SORUNLAR

MASAK NEDİR?

MASAK, yani Mali Suçları Araştırma Kurulu, 19.11.1996 yılında hukuk sistemimize girmiş, 17.02.1997 yılında ise faaliyete geçmiştir. MASAK, niteliği itibariyle Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlı olarak ve terörün finansmanını ve suç gelirlerinin aklanmasını engellemeye yönelik olarak çalışmaktadır. Kurulun bilgi toplama, istihbari faaliyette bulunma, elde ettiği veriler ışığında adli birimlere bildirim yapma gibi görev ve sorumlulukları bulunmaktadır.

MASAK’IN BANKA HESAPLARINA UYGULADIĞI BLOKELERİN HUKUKİ DAYANAĞI NEDİR?

Günlük hayatta birçok kişi, banka hesaplarına bloke koyulduğunu belirtmekte ve bu duruma çareler aramaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki modern yaşantının ayrılmaz bir parçası olan bankacılık sistemi, MASAK ile uyumlu çalışmak zorundadır. Zira 5549 sayılı Suç Gelirlerinin Aklanmasının Önlenmesi Hakkında Kanun’un 2/1-d maddesinde yükümlü kavramına ve tanımına yer verilmiştir. Buna göre yükümlü;

“Bankacılık, sigortacılık, bireysel emeklilik, sermaye piyasaları, ödünç para verme ve diğer finansal hizmetler ile posta ve taşımacılık, talih ve bahis oyunları alanında faaliyet gösterenler; döviz, taşınmaz, değerli taş ve maden, mücevher, nakil vasıtası, iş makinesi, tarihi eser, sanat eseri ve antika ticareti ile iştigal edenler veya bu faaliyetlere aracılık edenler ile noterler, spor kulüpleri, savunma hakkı bakımından diğer kanun hükümlerine aykırı olmamak ve 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 35 inci maddesinin birinci fıkrası ile alternatif uyuşmazlık çözüm yolları kapsamında ifa edilen mesleki çalışmalar nedeniyle edinilen bilgiler hariç olmak üzere, taşınmaz alım satımı, sınırlı ayni hak kurulması ve kaldırılması, şirket, vakıf ve dernek kurulması, birleştirilmesi ile bunların idaresi, devredilmesi ve tasfiyesi işlerine ilişkin finansal işlemlerin gerçekleştirilmesi, banka, menkul kıymet ve her türlü hesaplar ile bu hesaplarda yer alan varlıkların idaresi işleriyle sınırlı olmak üzere serbest avukatlar ve Cumhurbaşkanınca belirlenen diğer alanlarda faaliyet gösterenleri” ifade etmektedir.

Yine aynı kanunun 4.maddesinde yükümlülerin şüpheli olarak addedilen işlemleri MASAK’a bildirmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir;

“Yükümlüler nezdinde veya bunlar aracılığıyla yapılan veya yapılmaya teşebbüs edilen işlemlere konu malvarlığının yasa dışı yollardan elde edildiğine veya yasa dışı amaçlarla kullanıldığına dair herhangi bir bilgi, şüphe veya şüpheyi gerektirecek bir hususun bulunması halinde bu işlemlerin yükümlüler tarafından Başkanlığa bildirilmesi zorunludur.”

Yükümlülüğün ihlali halinde ise yükümlünün adli ve idari yaptırımlarla karşılaşacağı yine aynı kanunun 13 ve 14.maddelerinde dile getirilmiştir. Görüldüğü üzere; günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası olan bankacılık sistemi, şüpheli olarak görülen her bir işlemi kurula bildirmek zorundadır. Burada esas olarak yaşanan problem, şüpheli işlem denilen işlemlerin bir standardının olmamasıdır. Örneğin, kişinin nadiren kullandığı bir banka hesabına, kendisine kalan miras sebebiyle tek seferde yüklü miktarda para yatması halinde bu işlemin şüpheli işlem olarak bildirilmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu anlamda kurul tarafından banka hesabına bloke uygulanması da mümkündür.

MASAK TARAFINDAN UYGULANAN BLOKENİN KANUNİ DAYANAĞI NEDİR?

Makalemizin önceki kısımlarında şüpheli işlem, bunun bildirilmesi gibi hususlardan bahsetmiştik. Yükümlüler tarafından şüpheli işlem bildirilmesini müteakip, kurulun işlemin ne olduğunu, niteliğinin ne olduğunu inceleme yetki/görevi bulunmaktadır. Şayet kurul da bu kanıdaysa kanunun kendisine verdiği yetki ile incelemesini tamamlayana kadar işlemleri erteleme yoluna gidecektir. Bu husus, kanunun 19/A maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir;

“Yükümlüler nezdinde veya bunlar aracılığıyla yapılmaya teşebbüs edilen ya da hâlihazırda devam eden işlemleri, işleme konu malvarlığının aklama veya terörün finansmanı suçu ile ilişkili olduğuna dair şüphe bulunması üzerine; Başkanlıkça şüpheyi teyit etmek, işlemi analiz etmek ya da gerekli görüldüğünde analiz sonuçlarını yetkili makamlara intikal ettirmek amacıyla yedi iş günü süreyle askıya almaya veya bu işlemlerin aynı süreyle gerçekleşmesine izin vermemeye Bakan yetkilidir. (Ek cümle:27/12/2020-7262/25 md.) Bakan bu yetkisini bakan yardımcısına devredebilir.”

Görüldüğü üzere; kurula verilen işlemleri erteleme ya da işlemlerin gerçekleşmesine izin vermeme şeklindeki yetki, 7 iş günü ile sınırlandırılmıştır. Kanımızca kurulun bu yöndeki işlemi idari bir işlem niteliğindedir. Bu süre, işlemin incelenmesi ve adli makamlara intikal ettirilmesi amacıyla kanunda yer almaktadır. Ancak uygulamada kurulun her halükarda bu yetkisini kullandığını söyleyebiliriz.

YEDİ GÜNLÜK SÜRENİN SONUNDA UYGULANAN BLOKENİN AKIBETİ NE OLACAKTIR?

Kurul tarafından bahsi geçen işlemin suç olduğu ile ilgili adli mercilere bildirim yapılırsa; genellikle izlenen yol, kişi hakkında soruşturma yapılması ve Savcılık tarafından CMK’nun 128.maddesi uyarınca el koyma kararı verilmektedir. Savcılık tarafından verilen kararın ön şartı maddi delillere dayanan kuvvetli şüphenin varlığıdır. Bu karara karşı Sulh Ceza Hakimliği nezdinde itiraz edilmesi gerekmektedir. İtirazın reddi halinde ise mülkiyet hakkının, masumiyet karinesinin ve diğer temel hakların ihlal edildiği gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi’ne, buradan da müspet sonuç alınamaması halinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurulması gerekmektedir.

Kurul tarafından uygulanan blokenin süresinin dolmasına rağmen, el koyma kararı da alınmaksızın kaldırılmaması halinde; bu işlemin idari bir işlem niteliğinde olması sebebi ile yürütmeyi durdurma talepli olarak idari dava açılması gerektiğini düşünmekteyiz.

HANGİ SUÇLARDAN DOLAYI BLOKE İŞLEMİ YAPILMAKTADIR?

5549 sayılı kanunun 2/1-g maddesinde TCK’nun 282.maddesine gönderme yapılmıştır. Ceza Kanunu’nda yer alan bu suç ise ”suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama” suçudur. Gündelik hayatta bu suç karşımıza genellikle yasadışı bahis olarak çıkmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki; yasadışı bahis, kanunlarımızda suç olarak düzenlenmemiştir ve tek yaptırımı idari para cezasıdır.

Sonuç olarak; MASAK tarafından uygulanan ve sonrasında savcılık tarafından el koyma kararı uyarınca bloke edilen banka hesabının üzerindeki bu adli idari tedbirlerin kaldırılması uzun, ayrıntılı ve meşakkatli bir süreçtir. Bu sürecin bir avukat eşliğinde yürütülmesi kişilerin mağdur olmaması açısından büyük önem arz etmektedir.

HEKİMİN CEZAİ SORUMLULUĞU

6098 sayılı Borçlar Kanunu’nun 502/1.maddesinde vekalet sözleşmesi “vekilin vekalet görenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır. Yine maddenin 2.fıkrasında kanunda düzenlenmeyen iş görme sözleşmelerine de vekalete ilişkin hükümlerin uygulanacağı belirtilmiştir. Vekilin borçları “talimata uygun ifa, sadakat ve özenli davranma, hesap verme borçları” olarak ifade edilmektedir. Kanun metninde de belirtildiği üzere vekil, belli bir sonucun mutlaka elde edilmesi için değil, belli bir yönde çalışmak için yükümlülük altına girer; bu çalışma sonunda istenilen sonuç gerçekleşebilir veya gerçekleşmeyebilir. Önemli olan, vekilin belli bir yönde işi özenle ve sadakatle yapmaya çalışmasıdır. Özetlemek gerekirse vekil kanunen getirilen yükümlülüklere uygun davranarak bir işi görme noktasında yükümlülük altına girmekte, ancak eser sözleşmesinde olduğu gibi maddi bir eser yahut bir sonuca ulaşmayı vaat etmemektedir. Yargıtay’ın istikrar kazanan görüşüne göre de hekim ve hasta arasında ilişki, vekalet ilişkisi olarak kabul edilmektedir.

B.K. nun 502. maddesi hükmü uyarınca, diğer iş görme sözleşmeleri hakkındaki yasal düzenlemelere tabi olmayan işlerde, vekalet hükümleri geçerlidir. Somut olayda olduğu gibi doktorlar ile hasta arasındaki uyuşmazlıkların vekalet sözleşmesine dair hukuksal düzenlemelere göre çözülmesi gerektiği konusunda, öğreti ve Yargıtay’ın istikrar kazanmış uygulaması arasında paralellik bulunmaktadır.”(13.HD 2015/4585 E ve 2015/9819 K)

Tıp hukuku özelinde bir vekil olarak hekimin yükümlülükleri; “tanı/teşhis, tedavi, hastayı aydınlatma ve onam alma, kayıt tutma, hastanın özel hayatına saygılı davranma” olarak kısaca özetlenebilir. Yukarıdaki genel açıklamalar da dikkate alındığında belirtilen yükümlülüklere, mevzuata ve meslek etiği kurallarına uygun davranan hekimlerin istenmeyen neticeden (ölüm, maluliyet, komplikasyon vd.) sorumlu tutulamayacağı hukukun ve hakkaniyetin gereğidir. Hekimin sorumluluğu meslek kurallarına ve tıp etiğine uygun bir biçimde bilimsel yöntemlerle hastalığın tanısını koymak, kabul edilen çağdaş tedavileri hastaya uygulamak, bu işlemler hakkında hastayı aydınlatarak onayını almak ve sonrasında sır saklama yükümüne riayet etmekten ibarettir. Hekim, tüm bilimsel ve kabul görmüş yöntemleri uygulamasına rağmen hastalığa tam olarak teşhis koyamayabileceği gibi; uyguladığı tedavi sonucunda hastanın iyileşmesini garanti edemeyecektir.

Tanı/teşhis koyma, bir hastalığın ortaya çıkarılması olup; doktorun bir diğer yükümlülüğü olan tedavi yükümlülüğünün ön şartıdır. Tanı koyma işleminde hekimin yükümlülüğü, tereddütleri ortadan kaldıracak test ve tetkikleri yapmak, hastanın ve/veya yakınlarının bilgisine başvurmak ve çıkan sonuçlar uyarınca uygun tedaviyi yapmaktan ibarettir. Bu bağlamda bahsi geçen yükümlülüklere uygun davranan hekimin tedavisini üstlendiği hastanın ölümünden her halükarda sorumlu tutulması, mesleğin hem bilimsel niteliği ile hem de hukuki niteliği ile bağdaşmamaktadır. Zira sorumluluğun bu şekilde genişletilmesi, hukuka-hakkaniyete aykırı olduğu gibi; hekimlik mesleğini de ifa edilemez hale getirecektir. Bir başka anlatımla; ölüm olayının gerçekleştiği her olayda hekimin sorumlu olduğunun kabul edilmesi, soruşturma/kovuşturmaya tabi tutulması, mesleği ifa eden kişilerin sürekli bir korku ile karşı karşıya kalması ve nihai manada mesleğini yapmak istememesi anlamına gelecektir. Bu halde de yaşam hakkının korunmasının imkansız hale gelmesi ve devlete sağlık hizmeti sağlama noktasın pozitif bir yükümlülük öngören Anayasa’mızın 56.maddesinin[1] gerçekleştirilememesi söz konusu olacaktır. Nitekim yukarıda açıklamaya çalıştığımız husus hem yargı tarafından hem de öğreti tarafından kabul edilmektedir.

“Anayasa Mahkemesine göre tıbbi müdahale sırasında bir doktor ya da başka bir sağlık personeli tarafından yapılan bir hata yahut hastalık hakkında konulan yanlış bir teşhis nedeniyle yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasının ileri sürüldüğü başvurularda tüketilmesi gereken uygun hukuki çare tazminat yoludur.” (AYM Özer ER Başvurusu, Başvuru No:2014/11170, Karar Tarihi: 15.03.2018)

Teşhis için gerekli olan testleri yaptıran, muayeneyi yapan ve elde edilen bulguları özenle takdir eden hekim bakımından teşhisin yanlış çıkması doğrudan sorumluluğunu gerektirmez. Zira hekimin yetenekleri sınırlı olduğu gibi, özenli bir araştırmaya rağmen bazen belirtiler hiç elde edilemeyebilir veya aynı anda birden fazla hastalığa işaret edebilir.”[2]

“Gerekli araştırmalar yapılmasına rağmen, tıp bilimince kabul edilebilir sapmalardan kaynaklı teşhis yanılgıları hekimin sorumluluğunu gerektirmeyecektir. Teşhis yanılgısının bulunduğu her olayda, uygulama hatasının oluştuğundan söz etmek mümkün değildir. Çünkü belirtiler (semptomlar) çoğu zaman açık değildir ve birden fazla etkeni işaret edebilir. Hekimin teşhis yanılgısından sorumluluğu ancak verileri tıp bilimine aykırı olarak yanlış değerlendirmesi veya hiç değerlendirememesi halinde, istisnai durumlarda söz konusu olur. Bir başka deyişle teşhisin isabeti, “o anki” duruma göre belirlenmelidir.”[3]

Yukarıda açıklamalarımız ışığında; hekimin özen gösterme yükümü, tedavisini üstlendiği hastanın hastalığını genel-geçer, bilimsel olarak doğruluğu ispatlanmış yollarla teşhis etme işlemiyle başlamakta, hastanın onayının alınarak tedavisini yapmış olmak ve nihai olarak da sır saklama yükümlülüğü ile sona ermektedir. Bu kapsamda hekimin sorumluluğu da bu ölçütler uyarınca belirlenmek zorundadır. Tanı koymak için kabul gören tüm yolları deneyen hekimin hiçbir veriye ulaşamaması sonucunda meydana gelen neticeden sorumlu tutulması yahut tüm tedavileri vaktinde ve bilimsel ölçütlere uygun yapan hekimin neticeden sorumlu tutulması hukuken mümkün değildir.


[1]Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimdeki sağlık ve sosyal kurumlardan yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.

[2] HAKERİ Hakan (2012): Tıp Hukuku, 5. Baskı, S.426, Seçkin Yayıncılık, Ankara

[3] Dizdar Emre (2019):Hekimlerin Cezai Sorumluluğu,  S.188, Adalet Yayınevi, Ankara